Ürkütücü batıl inançlar ve doğaüstü hikayeler zamanın kendisi kadar eskidir, peki Cadılar Bayramı’nın en sevilen canavarlarının ilk nerede ortaya çıktıklarını hiç merak etmiş miydin?
Drakula – Romanya
Kan emen ölümsüz iblislerle ilgili efsaneler dünyada bin yılı aşkın süredir anlatılıyor ve vampirler günümüzde seksi, soluk yüzlü gençlerden, gecenin parıltılı yaratıklarına kadar pek çok şekilde karşımıza çıkabiliyor. Ancak hiçbiri soylu Kont Drakula olarak bildiğimiz pelerinli canavarın zamana yenik düşmeyen mirasıyla boy ölçüşemez.
Puslu ortaçağ Romanya’sının bilgi ve efsanelerini araştırıp, 1897 yılında “Drakula” adlı romanı yazarak bu tüyler ürpertici aristokratı yarattığı için Bram Stoker’a teşekkür edebiliriz. Stoker’ın isim kaynağı, vahşi uygulamaları nedeniyle “Kazıklı” lakabını almış 15. Yüzyıl Transilvanya prensi III. Vlad Drakula’dır (dracul’un Rumence’de şeytan anlamına geldiğini hatırlatalım!).
Çoğu Rumen harabesi Kazıklı Voyvoda ile ilişkilendirilse de, Kont Drakula’nın tekinsiz dağ ikametgâhı olduğuna en çok inanılan yer, Törsburg’daki Bran Kalesi’dir.
Frankenstein’ın canavarı – İsviçre
Edebiyatla ölümsüzleştirilen bir başka ürkütücü karakter de, 1816’da 18 yaşındaki Mary Shelley’in kaleminden çıkan, Doktor Victor Frankenstein tarafından ölümden geri döndürülen o korkunç yaratıktır.
İlk bilim-kurgu romanı sayılan bu eser için, Shelley fikrin kendisine İsviçre’de Cenevre Gölü’nün kıyılarında geçirdiği yağmurlu bir yazdan sonra rüyasında geldiğini söyler ve hikâyenin de büyük bir bölümü burada geçer.
Villa Diodati’de kalan grup, kötü hava koşulları nedeniyle zamanının çoğunu içeride hayalet öyküleri okuyarak ve dönemin gelişim aşamasındaki bilimsel fikirlerini tartışarak geçirmiş. Grup ardından kendi korku hikâyelerini yazmaya karar vermiş ve kaderin cilvesi olan o rüyadan sonra Frankenstein ve canavarı doğmuş.
Ancak, o kan dondurucu canavarın bugün bildiğimiz dilsiz ve hantal yeşil deve dönüşümü, eserin 1931’deki film adaptasyonunda Boris Karloff’un grotesk makyajı sayesinde mümkün olmuştur.
Mumya – Mısır
Tabii ki Antik Mısırlılar için mumyalarda doğaüstü hiçbir şey yoktu, aslında onlar ölümü korkulacak bir şey değil, kutsal bir geçiş olarak görüyorlar ve bu yüzden törensel ayinler düzenliyorlardı. Peki, mumyanın lanetiyle ilgili popüler fikir nereden çıktı? Her zamanki gibi yine gizem takıntılı batılılardan…
1922’de Howard Carter, Mısır’daki Luksor yakınlarında Kral Tutankhamun’un mezarını bularak 3.000 yıldır saklı olan hazineyi ortaya çıkardı. İngiltere’de ise basın ve halk çılgına döndü.
Keşfin sponsoru olan Lord Carnavaron seyahatin ardından hastalanıp öldüğünde ise, gerçeği saptıran gazetelerin de yardımıyla lanet söylentileri yayıldı. Keşfin asıl sahibi Carter’ın yaşlılığını görecek kadar uzun yaşaması bile söylentileri kesmeyecekti.
Carter’ın kanaryasının bir kobra tarafından yendiği bile söylendi ve bu lanetle ilişkilendirildi; ne de olsa kobralar Mısır firavunlarının koruyucularıydı!
Günümüzde mumyaları kollarını uzatıp topallayarak yürüyen cesetler olarak düşünüyor olsak da, gerçek mumyalar sıkıca sarılıp sarmalanırdı. Yani bir gün ebedi istirahatlerinden uyanacak olsalar yürümek yerine zıplamaları veya yuvarlanmaları gerekirdi!
Kurt Adam – Yunanistan
İster inan ister inanma, tarihi kayıtlarda kurt adamlardan ilk defa MS 1. Yüzyılda bahsedilir! Antik Yunanların bir lanet veya felaket sonucu insan formunu kaybedenlerle ilgili yazdığı alegoriler bulunmaktadır.
Şekil değiştirmekle ilgili resmi terim likantropi’dir ve Yunancada kurt anlamındaki ‘lykos’ ve adam anlamındaki ‘anthropos’ kelimelerinin birleşiminden oluşur.
Konuyla ilgili en yaygın hikâyede, mitolojik Kral Lykaon, Zeus’un her şeyi bilme gücünden şüphe eder ve onun kehanet güçlerini sınamak amacıyla ona insan etinden oluşan bir yemek sunar. Yaptığı bu canice hareketin karşılığında ise yamyam bir kurt adam olarak yalnız bir hayat sürmeye mahkum edilir.
Yunanistan’ın Arkadya bölgesindeki Lykaion Dağı bahtsız kralın adını taşır ve Kurt Dağı anlamına gelmektedir.
Cadılar – Salem
Bir çeşit büyüye inanış atalarımızın kendi keşfettikleri ateşi hayranlıkla izlemelerinden itibaren insan deneyiminin bir parçası olmuştur.
İyi ve kötünün mücadelesinde Hıristiyan bakış açısından cadılık ayrılmaz bir şekilde şeytana tapmayla bağdaştırıldığı için, batı dünyasının geniş çaplı cadı avları başlatması uzun sürmemiştir.
Bu gaddarlıkların büyük ihtimalle en ünlüsü 17. Yüzyılda Massachusetts kolonisinde gerçekleşen Salem cadı mahkemeleridir. Bu tarihi olayda, genç bir kızın kasılma ve çığlık atma nöbetleri geçirmeye başlamasıyla yerel bir doktor tarafından cadılık teşhisi kondu ve ardından onu pek çok diğer ‘kurban’ takip etti.
Koloninin bu mahkemelerin bir hata olduğunu kabul etmesine kadar 200’den fazla insan ‘şeytan büyüsü’ uygulamakla suçlandı. Kasvetli geçmişine rağmen, polis arabalarının logolarına bile süpürgeye binen cadı resmi koyacak kadar geçmişiyle barışık olan Salem şehri, cadılıkla ilgili her şey için günümüzde hala ziyaret edilebilir.
Zombiler – Haiti
Haiti Kreyolundaki ‘zonbi’ kelimesinden gelen zombi kavramının kökeni kırsal Afro-Karayip folkloruna dayanır ve ‘bokor’ denilen büyücüler tarafından diriltilerek kontrol edilen ölüler olarak tasvir edilir. Bu büyüyle canlandırılan cesetler genellikle bir tür ceza olarak ve konuşma yeteneği ile hür iradeden yoksun bir şekilde hayata döndürülürler.
Tanıdık geliyor, değil mi? Peki ya şöyle lezzetli bir insan etine duydukları bastırılamaz açlık? Üzerlerindeki yırtık pırtık elbiseleriyle mezarlarından toplu halde çıkan etobur kadavralar olarak gösterilen günümüzdeki zombi modası, belki de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, Haiti’den ziyade Hollywood’la ilgili bir konu.
Onlardan adlarıyla bahsetmemiş olsa da, modern kurgusal zombi tasvirinin kaynağı olarak George A. Romero’nun düşük bütçeli korku filmi “Yaşayan Ölülerin Gecesi” gösterilir. Artık günümüzde bu nahoş yaşayan ölülerden pek rahatsızlık duymasak da, film 1968 yılında ilk çıktığında izleyiciler dehşete kapılmıştı!